Prince of Persia: The Lost Crown incelemesine girmeden önce bir konuya açıklık getirmek istiyorum. Sağda solda nadiren bulunan bilgisayarlarda ilk Prince of Persia’yı tecrübe etmiş, yıllar sonra 3 boyutlu Prince of Persia 3D (Arabian Nights) bulup denemiş ve daha sonra internet kafelerde Sands of Time ile başlayan üçlemenin hayranı olan, 2008 sürümünü çok sevip devamı gelmediği için hala mutsuz bir oyuncuyum. Daha önce bu şekilde ön yargılı yaklaştığım tek oyunu, film dönemi çıkan Forgotten Sands idi, onda da belli bir oranda haklı çıkmıştım.
Bunları söylüyorum çünkü The Lost Crown’ı ilk gördüğüm andan beri aşırı ön yargılı bir tavır içindeydim. Ne grafik stili ilgimi çekti, ne yeni karakterimiz gözüme hoş gözüktü, ne gördüğüm hikayeden etkilendim. Gerçekten, bu oyun “al inceleme sende” diye verilmese açıp oynamazdım bile, en azından incelemeleri görüp merak edene kadar. Ben o kadar yanılmışım ki anlatamam! Ön yargı neden iyi bir şey değil, birinci elden tecrübe ettim.
Zamanın Kumları Bitmiş
Prince of Persia: The Lost Crown bizi Pers hakimiyetindeki diyarlarda bir mücadelenin ortasına bırakıyor. Savaş alanında mücadele eden The Immortals isimli seçkin savaşçı grubunun en genç üyesi Sargon’u kontrol ediyoruz. Düşman generalini yenip zafer içinde saraya dönüyoruz, kraliçe bizi kutluyor, prensi (Prince of Persia) gelip tebrik ediyor falan. Aaa ne kadar sakin, hadi ekip arkadaşlarımızla takılalım derken haber geliyor, prensi kaçırmışlar!
Kaf Dağı (Mount Qaf) isimli bölgeye giden ekibin ardından bir grup gidiyor ama yetmez, The Immortals olarak sarayın asıl savunucuları biziz ve bu kaçırılma olayının ardında tanıdığımız isimlerin ihaneti de var. Hızla Kaf Dağı’na gidiyoruz ve orada çok ilginç şeylerin bizi beklediğini tahmin ediyorsunuzdur. Tamamen kırılmamış heykeller, daha dün geldiği halde yıllardır ölü olan askerler, geçmişte buradaki şehre saldırmak için gelmiş ama zamandan haberi olmayan düşmanlar, çılgın alimler. Her şey burada!
Prince of Persia: The Lost Crown hikaye açısından beklediğimden çok daha iyi bir iş çıkarmış. Zamanın anlamını yitirdiği bir diyarda hem Sargon hem Immortals ekibi hem de karşılaştığımız diğer kişiler ile aramızda geçen diyaloglar, olayların akış örgüsü çok güzel bir şekilde ilerliyor. Hikayenin ilerleyen kısımlarında olaylar daha da karmaşık hale geliyor, yan görevler ve çevreden topladığımız notlar ile daha fazlasını öğreniyoruz. Fakat ne kadar övmek istesem de spoiler kısmına girmeyeceğim. Hikaye olmuş.
En Erişilebilir Metroidvania Oyunu?
Prince of Persia: The Lost Crown, uzun zamandır 3 boyutlu aksiyon oyunlarına ev sahipliği yapan serinin, 2D (2.5D) platform stiline geri dönen, metroidvania türündeki yeni oyunu olarak karşımıza çıkıyor. Metroidvania türünü duyunca hiç ürkmeyin, türün erişilebilirlik açısından en güçlü ve buna rağmen tatmin edici oyunlarından birisi var elimizde.
Öncelikle dövüş kısmından bahsetmek istiyorum. Sargon Immortals ekibinin en genç üyesi ve kayda değer bir savaşçı. İki kılıcı ile oyunun en başından itibaren çeşitli kombinasyonlar ile düşmanı biçip geçiyor. Standart haliyle üçlü kombinasyon saldırılar yapabilen kılıçlar, daha sonra elde ettiğimiz zaman güçleri ve madalyonlar ile çok çeşitli saldırılar yapmamıza imkan sağlıyor. Saldırının ortasında bir kopyanızı bırakıp düşmanı dövmek ve tam kombo bitişinde zamanda donmuş duran suretinize geri dönüp düşmanı dövmeye devam etmek gibi aksiyonlara girebiliyorsunuz. Bunun sonuna Athra gücünüzü kullanan özel saldırılardan da ekleyince ekrandaki düşmanların sayısı hızlı bir şekilde azalıyor.
Yerde, yerden havaya ya da havadan yere yapabileceğiniz farklı saldırılar, ekipmanlar ve yeternekler ile gelen saldırı çeşitliliği derken dövüşler oldukça keyifli. Kaçınmanız gereken saldırılar, parry atabileceğiniz saldırılar hatta sarı ışık yandığında parry yapabilirseniz özel bir animasyon ile çoğu düşmanı tekte alan saldırılar var. Parry yapmayı kaçırdığınızda ise hem hasar alıyorsunuz hem de özel saldırıları yapmanızı sağlayan Athra barınız düşüyor. Düşmanlar her zaman tehdit oluşturacak kadar güçlü, orta seviyede bile iyi bir mücadele sunuyorlar. Immortal seviyesi parry aralığını ve aldığınız hasarı etkilediğinden en yüksek mücadele hissini yaşatan yer ama daha düşük zorluklarda da keyifli bir oyun tecrübesi sunuyor.
Sargon oyunda ilerledikçe yay/chakram olarak kullanılabilen bir menzilli silah, “kendi kendine elde etti” diyebilecğeimiz yeni Athra yetenekleri, saldırı türünü ve doğasını değiştirmeye yarayan madalyonlar gibi bir sürü yeni ekipmanın yanı sıra, zamanın akışına etki eden güçler de elde ediyor. Birisi yukarıda anlattığım gibi zamanda bir noktada kopya bırakıp daha sonra o duruma dönmenizi sağlıyor, bir diğer alternatif bir diyara geçerek normalde orada olmayan şeylerle etkileşime geçmenize ya da bir şeyi (düşman veya nesne) daha sonra kullanmak üzere zamanda hapsetmenize yarıyor.
Yeni zaman yetenekleri elde ettikçe daha önce ulaşamadığınız noktalara geri dönüyorsunuz. Bu metroidvania türünün değişmez özelliğidir zaten. Fakat bu bazı oyuncular için en sinir bozucu yanı “Lan bu yeteneği nerede kullanabiliyordum, hatırlamıyorum” problemini yaşamaktır. The Lost Crown bunu aşacak bir sistem getirmiş. Bir noktada patlatabileceğiniz duvar ama patlatamıyor musunuz? Hemen fotoğrafını çekiyorsunuz ve haritada bir not olarak yerini alıyor. Üstüne basınca çektiğiniz fotoğrafı da görebiliyor ve niye orayı işaretlediğinizi hatırlıyorsunuz. Çok basit ama o kadar da faydalı bir özellik. Çekebileceğiniz fotoğraf sayısı sınırlı, bu yüzden gerekli gereksiz notlar ile doldurmuyorsunuz haritayı, tam kararında işliyor.
Yetenekler konusunda şikayet edebileceğim bir kısım var aslında. Bazı yetenekleri çok geç aldığımızı düşünüyorum. Prince of Persia: The Lost Crown’ın süresi yaklaşık 25 saat civarında ve kimi yerlerde “burayı uzatmaya gerek yokmuş” diye düşünebiliyor insan. Gereksiz koşuları çok fazla yaptığımı hatırlamıyorum ama en basit özelliklerden birini bulmanın oyunun yarısında olması biraz canımı sıktı. Kendini ileri doğru fırlatabilen adam neden yukarı doğru da fırlatamıyor diye söylendim çokça. Oyun süresi gayet makul ama dediğim gibi, bazen bu düşüncelere kapılabiliyoruz.
Prince of Persia: The Lost Crown’ın platform kısmı oldukça keyifli, bazı tuzaklı odalar ciddi anlamda “burası da geçilmez ya” dedirtiyor ama kendini oynatmaya devam ediyor. “Bu son denemem” diyerek bir odada 1.5 saat uğraştığımı ve sonunda büyük bir keyifle geçtiğimi biliyorum. Bu defa zamanı geri alma özelliğimiz yok, zorlu bir alanda hata yaparsanız odanın en başına kadar, dünyanın en sinir bozucu sesini çalarak sizi atıyor. Sinir bozucu ses tarafına o kadar sinir oldum ki bir ara zorlu bir odada bütün sesleri kapamak zorunda kaldım. Platform kısmı hakkında tek şikayetim budur.
Kimi zaman başka bölümlerden patlayıcı alıp aradaki mesafeyi koşarak gelmek gerekiyor, yanlışlıkla tam gelirken patlayıcıyı kullanıp aynı yeri tekrar koşmamaya dikkat edin tabi. Haritanın neredeyse tamamı birbirine bağlı ve çoğu bölgeye ışınlanmaya bile gerek kalmadan koşabiliyorsunuz. Yine de hızlı seyahat etmek isterseniz özel seyahat noktalarını aktif hale getirmeyi unutmayın. Bir de bulunduğunuz noktada kayıt alıp ölünce canlanmanızı sağlayan ağaçları es geçmeyin, baştan tekrar koşmak zorunda kalıyorsunuz yoksa.
Görsellik Ses ve Müzik
2.5 boyutlu bir platform-metroidvania oyunu olan Prince of Persia: The Lost Crown, görsel açıdan herkesi direkt kendine çekecek muhteşem grafikler ile gelmiyor. 3 boyutlu harika gerçekçi grafikler istiyorsanız aradığınızı bulamayacaksınız. Aslında oyunun görsel stili sunduğu içerikler açısından son Prince of Persia serilerinin bir karışımı olduğunu söyleyebilirim. Sanat stili açısından 2008 yılında çıkan POP oyununu hatırlatıyor, mekanlar, atmosfer ve müzikler Sands of Time esintilerini taşıyor, oynanış ise Warrior Within’in 2.5 boyutlu hali gibi. Ben bu karışımı çok beğendim.
Prince of Persia: The Lost Crown görsel anlamda beni tatmin etti, animasyonlar çok güzel, grafikler iyi, ara sahneler keyifli. Hatta bazı dövüşlerde aniden ekrana atlayıp size yardıma gelen NPC karakterlerin ortaya çıkması çok tatlı. Mekanlar harika gözüküyor, özellikle tam dev bir dalga gelirken zaman lanetinin düştüğü kısım beni çok etkiledi. Evet, aradığımız yeni nesil grafikler bu oyunda yok, üstelik sanat tarzı Prince of Persia’dan çok Leauge of Legends’ı da hatırlatıyor ama çok şikayetçi değilim. Bu oyuna uymuş. Keşke diğer Ubisoft oyunları (Child of Light ve Rayman gibi) gibi kendine has, başka seriler ile karşılaşırılmayacak bir tarzı olsaydı.
Ses ve müzik konusuna değinelim. Seslendirmeler genelde düzgün yapılmış, çoğu karakterin seslendirmelerinden memnunum. Beni rahatsız eden bir iki seslendirme oldu, bazı diyaloglar çok ruhsuz seslendirmelere sahipti. Bunlardan birisinin yanlışlıkla oyunda unutulan bir “text2speech” uygulamasına ait olduğu da ortaya çıktı ama neyse. Genel olarak ana karakterimizin ve önemli yan karakterlerin seslendirmelerinden memnunum.
Müzikler konusunda oyun gayet iyi bir iş çıkarmış. Müzikler Sands of Time ile Warrior Within arasında bir denge yakalamış, ne fazla otantik ne de gereğinden fazla sert parçalar var. Mekanları gezerken müziği dinlemek için durduğum oldu, dövüşler sırasında müziklerden aşırı keyif aldığım için yanlışlıkla öldüğüm noktalar da oldu. En aklımda kalanlardan biri ise, taktiğini bir süre anlayamadığım için başında çok vakit geçirdiğim Azdaha dövüşünde oldu. Müziği tekrar dinleyebildiğim için hiç şikayet etmedim.
Bu konuda bahsetmişken oyundaki bir iki hataya değinmek istiyorum. Bazen müzikler ortadan kayboluyor. Cidden, durduk yere müzik kesiliyor. Bu bazen ekran değiştirince oluyor, bazen boss dövüşünde ölüp tekrar deneyince müzik gelmiyor falan. Bunların ilk gün yaması öncesinde başıma gelenler olduğunu ve yama ile düzelebileceğini de belirtmek isterim.
Hatalardan bahsetmişken geçmek istemediğim bir şey daha var, bazı olaylar erken ya da geç tetiklenebiliyor. Prince of Persia: The Lost Crown’ın en başında sarayın kapısından girdğimizde gördüğümüz sahne mesela, daha sonra bir şekilde kapının diğer yanına geçip tekrar girdiğimde tekrar baştan oynadı. Ya da daha ileride görmem gereken bir kısım, çeşitli canbazlıklarla erken ulaştığım bir noktada oynayıp sağlam spoiler gömdü bana. Oyun içinde oyundan spoiler yemek yeni bir başarı oldu benim için.
Prince of Persia: The Lost Crown – Sonuç
Prince of Persia: The Lost Crown neredeyse sıfır beklenti ile, ilk videosundan sonra sahip olduğu hiçbir içeriği tüketmeden girdiğim bir oyundu ve beni çok memnun etti. 2024 yılına bu oyun ile harika bir başlangıç yaptığımı düşünüyorum. Ubisoft bu aralar hem Avatar hem de Assassin’s Creed Mirage ile kendi standartının üstünde işlere imza atmayı başarmıştı ama bu oyun bana eski Ubisoft günlerini hatırlattı. Çıktığında keyifle oynadığımız, oynarken “yine mi bu yaa” diye söylenmediğimiz zamanların Ubisoft’u bu oyunda karşımızda.
Farkındayım çoğu kişinin istediği Prince of Persia bu değil, seriyi özellikle “Sands of Time” döneminde tanıyanlar bu oyunlara soğuk yaklaşıyor ama bu oyun bir şansı hak ediyor. Döneminde Prince of Persia 2008’e bir sürü laf söyleyip yıllar sonra oynadığında “neler kaçırmışım” diyen bir sürü insan tanıyorum. Bu oyunun erişilebilirilik anlamında çoğu oyuncuya hitap eden özelliklerini de hesaba katarsak, hak ettiği ilgiyi görmesini ve uzun yıllardır boşta bekleyen bir seriyi tekrar ayağa kaldırmasını umuyorum. Darısı Sands of Time Remake’in başına tabi.
Prince of Persia serisine ilginiz varsa bu Prince of Persia: The Lost Crown’ı deneyin, metroidvania tarzında Hollow Knight gibi oyunları seviyorsanız bu oyunu yine deneyin. Pişman olmayacaksınız. Hikayesinden grafiklerine, oynanışından sunumuna her şeyiyle olmuş bir oyun. Bazı hataları var, bazı yerler daha iyi yapılabilirdi, bazı şeyler değiştirilebilirdi gibi düşüncelerim var ama Ubisoft’un elinden böyle bir oyun çıkması bile benim için etkileyici bir durum.